Bu çok derin ve trajik bir konu; insan hayatının, özellikle de sivillerin ve çocukların kaybının olduğu her durumda, "kim haklı?" sorusu siyah-beyaz bir cevapla açıklanamaz. Bu çatışmanın tarihi onlarca yıl, hatta bazı yönleriyle yüzyıllar öncesine dayanıyor. Ancak şu temel noktalar üzerinde durmak mümkün:
1. Sivillerin Korunması Evrensel Bir Hak ve Sorumluluktur:
Kim olursa olsun, hangi taraf olursa olsun, sivillerin hedef alınması uluslararası hukuk ve insani değerler açısından asla kabul edilemez. Çocuklar, kadınlar ve sivil halkın zarar görmesi, çatışmanın meşruiyetini sorgulatır.
2. Filistin Halkının Yaşadığı Mağduriyet:
Filistinliler, özellikle Gazze ve Batı Şeria’da yıllardır işgal, abluka, yerinden edilme ve temel insan haklarından mahrumiyet gibi zorluklarla karşı karşıya. Bu durum, uluslararası toplumda büyük tepki uyandırıyor ve Filistinlilere yönelik dayanışmayı artırıyor.
3. İsrail’in Güvenlik Kaygıları:
İsrail tarafı, kendisini Hamas gibi silahlı örgütlerin saldırılarına karşı koruma iddiasıyla askeri operasyonlar düzenliyor. Ancak bu operasyonların sıklıkla orantısız olduğu ve sivilleri vurduğu yönünde ciddi eleştiriler var.
4. “Haklılık” Kavramı Çok Katmanlı:
Bir tarafın tarihsel olarak acı çekmiş olması (örneğin Yahudi halkının Holokost geçmişi), başka bir halka zarar verme hakkı vermez. Aynı şekilde, direniş hakkı da sivillere yönelik saldırıları mazur göstermez. Uluslararası hukuk, işgal altındaki halklara direnme hakkı tanır ama bu, şiddetin her türlüsünü meşru kılmaz.
Benim değerlendirmem:
Bu savaşta kaybeden insanlıktır. Tarafların "kim haklı" olduğundan çok, "kim daha fazla acı çekiyor", "kim daha çok insanlık suçu işliyor" ve "nasıl kalıcı barış sağlanabilir" gibi sorular daha anlamlı hale geliyor. Barış ancak hem İsraillilerin hem Filistinlilerin güvenli, onurlu ve adil bir yaşam hakkına sahip olduğu bir düzenle mümkün olabilir.
Türkiye’nin Filistin-İsrail meselesine yönelik dış politikasını değerlendirirken hem jeopolitik gerçeklikleri, tarihsel belleği, hem de uluslararası ilişkiler disiplini içinde realist, tarihsel ve pragmatik bir çerçeveyle yaklaşmak gerekir.
1. Tarihsel Arka Plan ve Osmanlı’nın Mirası
Filistin toprakları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık 400 yıl boyunca hâkimiyetinde kalmış, çok uluslu ve çok dinli bir düzenin parçasıydı. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında, Arap isyanları kapsamında Şerif Hüseyin ve oğulları, İngilizlerle “McMahon Anlaşmaları” çerçevesinde iş birliği yaparak Osmanlı’ya karşı ayaklandı. Bu, tarihsel bellekte “ihanet” olarak kalmıştır ve Türkiye’de birçok kesimin bu bölgeye bakışını etkilemiştir.
Ancak uluslararası ilişkiler disiplininde duygusal hafızadan çok çıkar temelli değerlendirme (realizm) esastır. Bu yüzden Türkiye’nin bugünkü politikası, geçmişte yaşananlar kadar bugünkü bölgesel çıkarlar, yumuşak güç unsurları, diplomatik kazanımlar ve uluslararası prestij gibi unsurlarla belirlenmelidir.
2. Uluslararası İlişkiler Disiplininde Türkiye’nin Tavrı Nasıl Olmalı?
a. Realist Yaklaşım: Ulusal Güvenlik ve Jeopolitik Dengeler
-
Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini koparmamalı, çünkü İsrail’in hem ABD'deki güçlü lobisi hem de bölgesel etkisi göz ardı edilemez.
-
Ancak Filistin meselesinde güçlü bir söylem geliştirmek, Türkiye’ye hem Arap dünyasında hem de küresel vicdan arenasında diplomatik alan kazandırır.
-
Türkiye, Gazze’deki insani krizi öne çıkararak daha çok “insani diplomasi” ve “arabuluculuk” rolüyle öne çıkmalıdır.
b. Neorealist ve Neoklasik Realist Çerçeve:
-
Türkiye, bölgesel liderlik iddiası taşıdığı için bu meselede pasif kalamaz. Ancak tam taraf olmak yerine “dengeleyici güç” rolü benimseyebilir.
-
Filistin’e doğrudan askeri veya silahlı destek değil, uluslararası forumlarda savunucu pozisyon, insani yardım ve diplomatik baskı daha stratejik olacaktır.
c. Tarihsel Hafıza ve Kimlik Politikaları
-
Türkiye, Arap isyanlarının tarihsel mirasını unutmadan ama bu mirası bugünkü politikaya bire bir aktarmadan, devlet aklıyla hareket etmelidir. Bugünkü Filistin halkı, o dönemdeki elitlerin kararlarından ayrı bir toplumsal gerçekliktir.
-
Osmanlı'nın mirasını koruyan bir ülke olarak Türkiye, “adalet” ve “koruyucu güç” imajını yıpratmadan bu çatışmalarda ahlaki üstünlüğünü kullanabilir.
3. Stratejik Öneriler (Türkiye Açısından):
-
İsrail’le diplomatik kanalları açık tutmak, gerekirse enerji ve teknoloji alanlarında iş birlikleri devam ettirmek,
-
Aynı anda Filistin’i BM’de, İİT’de ve uluslararası kamuoyunda savunmak, ancak Hamas gibi örgütlerle doğrudan ilişkiye girmemek (çünkü Batı dünyasında terör örgütü olarak görülüyor),
-
Gazze’ye insani yardımı artırmak ve Arap dünyasında yumuşak gücü artırmak,
-
Arap dünyasının bölünmüşlüğünden yararlanarak Filistin meselesinde “İslami dayanışma” üzerinden değil, insan hakları ve uluslararası hukuk üzerinden argüman kurmak.
Sonuç:
Türkiye, Filistin’in Osmanlı’ya ihanetini tarihsel hafızada tutabilir; fakat bugünün uluslararası düzeni, duygusal değil stratejik hareket etmeyi gerektirir. Filistin meselesi, Türkiye’nin yumuşak güç alanı, uluslararası saygınlığı ve bölgesel nüfuzu için önemlidir. Bu nedenle Türkiye, taraf olmak yerine oyun kurucu olmalı, denge politikasıyla hem Batı hem Doğu nezdinde manevra kabiliyeti kazanmalıdır.
Türkiye'nin (ve öncesinde Osmanlı'nın) Filistin politikasıyla ilgili 1917'den günümüze kadar olan süreci ana hatlarıyla, tarihsel dönüm noktalarına göre sistematik bir şekilde ele alalım:
1. 1917 – Balfour Deklarasyonu ve Osmanlı’nın Dağılışı
-
Balfour Deklarasyonu (1917): İngiltere, Yahudilere Filistin'de bir "ulusal yurt" vaadinde bulundu.
-
Aynı dönemde Şerif Hüseyin isyanı, İngiltere'nin desteğiyle Osmanlı'ya karşı başladı. Arapların bu isyanı, Osmanlı'nın bölgedeki hâkimiyetini zayıflattı.
-
1918-1922: Osmanlı yenildi, Filistin İngiliz mandasına geçti.
-
Bu dönem, Türkiye’nin kolektif hafızasında Arapların ihaneti olarak yer etti.
2. 1923–1948: Cumhuriyet’in Kuruluşu ve Uzak Durma Politikası
-
Atatürk dönemi dış politikası, esas olarak Batı'ya yönelme ve içe kapanma esasına dayalıydı.
-
Bu nedenle Filistin konusunda aktif bir dış politika izlenmedi.
-
Türkiye, 1947’de BM’nin Filistin'i Arap ve Yahudi devletlerine bölme planını destekledi.
-
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.
3. 1948–1979: Soğuk Savaş ve İsrail’le Dengeli İlişkiler
-
Türkiye, ABD ile müttefik olduğu için İsrail'le ilişkileri koparmadı.
-
Aynı zamanda Arap dünyasındaki dengeyi korumaya çalıştı.
-
1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında Türkiye, Araplara tam destek vermedi ama eleştirel açıklamalar yaptı.
-
Ancak Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirme çabaları (özellikle Körfez ülkeleriyle) başladı.
4. 1980–2002: Kudüs Krizi ve Denge Politikası
-
1980’de İsrail’in Kudüs’ü “ebedi başkent” ilan etmesi üzerine Türkiye büyükelçisini çekti.
-
Bu dönemden sonra Türkiye, İsrail ile ilişkilerini sürdürse de Filistin davasına daha duyarlı bir dış politika geliştirmeye başladı.
-
1987’den itibaren Filistin’deki intifadalar ve Arafat’ın diplomatik faaliyetleri Türkiye kamuoyunun ilgisini artırdı.
5. 2002–2010: AK Parti Dönemi ve Filistin’e Aktif Destek
-
AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Türkiye, dış politikada daha aktif, ideolojik ve “bölgesel liderlik” odaklı bir çizgi izledi.
-
Recep Tayyip Erdoğan, Filistin meselesini sık sık dile getirdi.
-
2008-2009 Gazze Savaşı ve 2009 Davos’ta “One Minute” çıkışı, Türkiye’nin Filistin lehine güçlü tavır koyduğu anlar oldu.
-
2010 Mavi Marmara olayı, Türkiye-İsrail ilişkilerinde kırılma noktasıydı. Türkiye büyükelçisini çekti.
6. 2011–2020: Arap Baharı ve Yeni Bölgesel Rekabet
-
Arap Baharı sonrası Mısır, Suriye, Libya gibi ülkelerde Türkiye’nin politikaları Arap dünyasıyla gerilimli hale geldi.
-
Bu dönemde Türkiye, Hamas’a yakın durduğu için hem Batı hem bazı Arap ülkeleri tarafından eleştirildi.
-
Buna rağmen Türkiye, Filistin’e insani yardım ve uluslararası platformlarda destek sunmaya devam etti.
7. 2020–Günümüz: Normalleşme ve Denge Arayışı
-
İsrail ile diplomatik normalleşme adımları atıldı (2022’de büyükelçilikler yeniden açıldı).
-
Türkiye, Filistin konusundaki söylemini sürdürürken İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkileri yeniden canlandırmaya başladı.
-
2023 ve 2024’teki Gazze saldırıları sonrası Türkiye, yeniden sert açıklamalar yaptı, ancak askeri ya da diplomatik kopuş yaşanmadı.
yasinkoc1@ogr.iu.edu.tr
X @kocyasin
Gazeteci - Siyaset Bilimci
Yasin KOÇ